BASINDA BİZ
(Popüler Sağlık Dergisinin Nisan 2006 sayısında yeralan çalışmamızla ilgili yazı)
Tatil deyince, geç saatlere kadar eğlenmek, öğlene doğru uyanmak ve aslında günlük hayatımızda yaşadığımız kargaşayı gittiğimiz yera taşımak gibi bir hata yapıyoruz çoğu zaman; ancak...
Bir ihtimal daha var...
Kordon’da tek başıma güneşin batışını izliyordum ki tam o sırada telefonum çaldı ve Burcu sana bir sürprizim var dedi. Heyecanla biran önce sürprizin ne olduğunu anlatmasını isteyecektim ki ben sormadan Burcu anlatmaya başladı. Antalya da çok farklı bir tatil yapmak isteyip istemediğimi sordu ve aslında tatilden ziyade bir kamp çalışması olduğunu söyledi. Birden gelemeyeceğimi ve bu tatili evde dinlenerek geçirmek istediğimi söyledim. Çadırda kalma düşüncesi beni ürküttü ve zihnim bu çalışmaya katılmama konusunda sürekli bahaneler üretiyordu.
Burcu bu kampın adının doğada farkındalık ve arınma çalışmaları olduğunu söyledi. Çok farklı olduğundan, dışarıda değil, çalışmanın amacına yönelik inşa edilmiş bungalov evlerde kalacağımızdan ve fazla kaygılanmamam gerektiğini dile getirdi. Yerimi çoktan ayırtmıştı ve bana seçme şansı bırakmamıştı. Bunun nedeni Burcuya olan güvenimdi. Düşünceli ve kaygılı bir şekilde çantamı hazırlamaya başladım ve bu arada yanımıza alınacak malzemenin listesini de verdi. Ben tedbiri elden bırakmaya hiç de niyetli değildim ve bu niyetle liste dışından eşyalar da aldım yanıma, çanta sayım ikiye yükselmişti.
Sabah saat 10 da arabamızla İzmir’den Antalya’ya yola çıktık. Yedi saat yolculuktan sonra akşamüzeri Kumluca tepelerindeki kamp alanımıza varmıştık. Kamp alanına varır varmaz “neden buradayım? Bana ne faydası olacak? bu kampın” diye sorup duruyordum kendi kendime. Bir taraftan da çevreyi inceliyordum. Bu arada kamp süresini birlikte geçireceğimiz arkadaşlarla tanışma faslından sonra odalarımıza yerleştik. Yaklaşık yarım saat sonra kampın restoranında toplandık ve bu çalışmayı organize eden Sedat Bey ile tanıştırıldık. Kendisi kamp hakkında bize bilgiler vermeye başladı. Sanki benim ve diğer arkadaşların kaygılarının farkındaymış gibi sakin ve huzur veren bir ses tonuyla kamp süresince kampın ve bu çalışmanın amacından ve kurallarından bahsetti. İlk kuralı cep telefonlarının gün boyunca kapalı kalması gerektiğiydi. Bunu nasıl yapabileceğimi düşündüm. Doğayla bütünleşmemiz gereken şeylerden kurtulmamız gerektiğini söyledi. Sedat Bey Ege Üniversitesi beden Eğitimi Spor Yüksekokul mezunu ve İzmir’de psikolojik danışmanlık ve rehberlik hizmetleri veren Ege Bireysel Gelişim ve diğer merkezlerde kişisel gelişim çalışmaları yapıyor.
Ama ben böyle bir çalışmanın adını daha önce hiç duymamıştım. Bana yabancı gelen iki kelime vardı. Farkındalık ve arınma. Neyi fark edecektim ve nelerden arınacaktım? Kendi kendime bu soruları sorarken Sedat Bey gereksiz sorulardan uzaklaşıp doğayla bütünleşmenin zamanının geldiğini söyledi. Akşam yemeği yedikten sonra odalarımıza dinlenmeye çekildik. Odalarımız iki kişilikti. Ben ile Burcu kamp boyunca aynı odayı paylaştık.
Sabah saat 07.00 de Sedat Bey hepimizi uyandırdı ve servisle bizi ormanın içindeki patikanın girişine kadar götürdü. İkişerli sıralar şeklinde çam ağaçlarının içinde uzanan yolda konuşmadan tempolu yürüyüşe başladık. Hava tertemizdi ve güneş doğmak üzereydi. Çam ağaçlarının kokusu ve kuş cıvıltılarıyla yürüyüşümüz başlamıştı. Sanki doğa bizi bekliyordu. Ormanın içinde iki kilometre yürüdükten sonra aynı yoldan tekrar geriye döndük. Yaklaşık bir saatlik yürüyüşten sonra tekrar kamp yerimize dönmüştük. Saat dokuzda yapılacak kahvaltıdan önce duş aramız vardı. Kahvaltımızı zirveleri karlı dağların eşliğinde yaptık. Kahvaltıdan sonra her gün ayrı antik mekânlara gezilerimiz vardı. İlk günkü ziyaret yerimiz Gelidonya Fener’iydi. Belli bir noktaya kadar servis aracıyla gittik. Bu arada servisteki kısa yolculuğumuzda doğayı seyretmek harikaydı. Yavaş yavaş kafamdaki huzursuz düşüncelerden uzaklaşıp kendimi doğanın kucağına bıraktığımı ve doğayla yavaş da olsa bütünleşmeye başladığımı fark ediyordum. Servis bizi belli bir yol ayrımına kadar getirdi, patikadan fenere yürümeye başladık. Patikanın girişinde ki tabelada “Alanya’dan Fethiye’ye Likya Yolu” yazıyordu. Yürüyüşe başladığımızda hem sohbet ediliyordu, herkesin halinden memnun olduğunu yüzlerdeki gülümsemelerden anlıyordum. Fenere vardığımızda çok genel bir manzaranın bizi beklediğini gördüm. Önümüzde Akdeniz, denizin üzerine sanki bir maket gibi kondurulmuş minik adacıklar (ya da tepecikler demek daha doğru) vardı. Arkadaşlar, feneri, denizi ve adaların fotoğrafını çekerken ben de bu manzaraları zihnime resmediyordum. Dönüş yolunda manzarayı resmetmek benim için daha kolaydı. Çünkü tırmanırken manzara hep arkamızda kalıyordu. Kamp alanına vardığımızda saat 14.00 ‘e geliyordu. Hepimiz çok acıkmıştık. Buna Nur Hanımın hazırlamış olduğu o güzel ev yemeklerinin kokusunu da eklendiğinde midemin zil sesinin arttığını duyuyordum. Öğle yemeğinden sonra bir saat ister odamızda, istersek de sobanın etrafında çay içip sohbet etme tercihi bize kalmıştı. Genelde herkesin tercihi sobanın etrafında çay içip, sohbet etmek, şakalaşma yönünde oldu. Cep telefonumla olan bağım da bu arada azalmıştı. Ama yine de beni kimlerin aradığını merak ediyordum.
Saat 15.00’de atölyede ebru, taş ve deniz kabuğu boyama çalışmaları vardı. Biz ilk gün ebru ile başladık. Suya resim yapmak ve renklerle oynamak çok heyecan verici bir duyguydu. Bize eğitmenlik yapan Nur hanım yemekler konusunda olduğu gibi bu çalışmalarda da bütün marifetini ve öğretmenliğini sergilemekten geri kalmıyordu. Ebru yapma ile ilgili yeteneğimin olduğunu fark ettim ve artık ebru isminin bendeki anlamını buldu.
Atölye çalışmaları bittikten, gün batımını seyretmek için kaya tırmanışı yapıyorduk. Kayaların zirvesinden güneşin batışını izlemek tarifi imkânsız bir güzellikti. Daha sonra yoga ve meditasyon çalışmaları için kıyafetlerimizi değiştiriyorduk. Önce bana çok tuhaf gelen fakat daha sonra kendimi iyi ve dinç hissetmemi sağlayan yoga ve meditasyon ( esneklik ve gevşeme) hareketlerini de Sedat Bey yaptırıyordu. Bu çalışmalardan sonra gevşemiş, tamamen dinlenmiş ve sakin bir şekilde akşam yemeğine oturuyorduk. Nur hanım bize her yemekte bir sürpriz yapıyordu. Yani bizi yeni lezzetlerle tanıştırıyordu. Akşam yemeğinden sonra bir gün fasıl, bir gün dolunayda kamp ateşi yaptık. Şarkılar, türküler söyledik. Bunun dışındaki günlerde ise restorantta insan ve doğa sohbetleri yaptık. Saat 23–24.00 gibi odalarımıza dinlenmeye çekiliyorduk. Diğer günlerdeki gezilerde ise Olympos, Adrasan, Gagai, Garnizon ve koylardı. Hepsi de çok güzeldi. Türkuaz rengindeki deniz, Garnizondan Finike Körfezi ve sera manzaraları harikaydı. Bu manzaralara baktığımda bazı şeyler gerçekten anlatılmaz yaşanır sözünün ne anlama geldiğini şimdi daha iyi anlıyordum. Belki bir resme baktığınızda aynı şeyleri görürsünüz. Ama kuşların sesini duymak, denizin kokusunu almak, rüzgârı teninizde hissetmek ve yeşilin bin bir tonunu görmek ve doğadaki değişimleri fark etmek beni kendime getirdi. Doğada birbirinin tekrarı olan hiçbir şey yoktu. Doğa kendini sürekli yeniliyor ve buna şahit olmak bana yaşadığımı fark ettiriyordu. Bu geziye ya da bu çalışmaya başlamadan önceki ve şimdiki düşüncelerim birbirine o kadar zıt ki bunları bana söyleten ya da fark ettiren gerçekten doğanın kendisiydi. Asıl uzak olduğum ise kendi doğamdı.
Dört günün sonunda benim için kampın bittiğini görmek ve kaçtığımız yaşamlarımıza( kente) geri dönmek zordu. İçimden keşke hep burada yaşayabilseydim diyordum. Ama bunu söylerken hiç kızgın değildim. Kendimi o kadar mutlu ve enerjik hissediyordum ki her zorluğun üstesinden geleceğime olan inancım artmıştı. Evet, tam bir arınma yaşamıştım. Bedenim daha dinç, enerjik, zihnim de daha berraktı. Kendimi daha bir mutlu hissediyordum. Arkadaşlarla telefon ve e-mail adreslerimizi aldık. Bir sonraki çalışmada buluşmak üzere sözleştik. Çünkü hepimiz birbirimizi çok kısa zamanda çok sevdik ve sağlam arkadaşlıkların temelleri atılmıştı sanki.
Bu çalışmaya başlamak çok zor gelmişti. Şimdi ise bir o kadar da doğadan ve bu güzel arkadaşlardan ayrılmak zor geldi.